Roma’da yaşıyoruz…Binlerce yıllık tarihin, yüzlerce yıllık binaların, çeşmelerin, ince ince oya gibi işlenmiş kiliselerin, her birinde ya Bernini’nin ya Michelangelo’nun sanat tarihinde çığırlar açmış heykelleri bulunan meydanların, kısacası tarihin tam ortasında ”Roma”da yaşıyoruz. Kuzuma, hadi Roma’yı gezmeye gidiyoruz diyorum. Roma’nın tadını çıkarmaya, köşe bucak, sokak sokak gezmeye gidiyoruz. Başlıyoruz Piazza Spagna’nın merdivenlerinde yayılıp oturmaya, fotoğraflar çekmeye, yolcu bekleyen at arabalarındaki atları sevmeye…Burada bütün merdivenleri çıkarak, yukarıdan Via del Corso’yu güneş ışıkları eşliğinde izliyor, sonra yolumuza Via Condotti’de tüm vitrinlere bakarak devam ediyoruz ve Fontana di Trevi’ye geliyoruz. Burada tekrar tekrar para atıp dileklerimizi diliyoruz. Kuzum ne diledin diye soruyor, ”tekrar Roma’ya gelebilmeyi” diyorum. Bir anda; küçücük bir meydanda sıkışmış gibi ama tüm haşmetiyle duran -şimdi bir adım ötemizde, ancak sonrasında resimlerle anacağımız- bu güzel çeşmenin sesini kaydediyorum. Bol bol para atıp, akşam toplayıcılarını zengin ettikten sonra, tam karşısındaki dondurmacıdan birer külah dondurmamızı alıyoruz ve yiye yiye Pantheon’a oradan Piazza Navona’ya oradan da Campo di Fiori’ye gidiyoruz. Buraya gelene kadar tüm meydanları, tüm sokakları adım adım geziyor, pencerelere kapılara varana kadar fotoğraflıyoruz. Gördüğümüz bütün herşeye tekrar tekrar dikkatlice bakıyor ve hepsinin fotoğraflarını çekiyoruz. Tüm sokaklarda adım adım gülerek, eğlenerek, kahkahalar atarak, konuştuğumuz dili kimsenin anlamıyor oluşunun da rahatlığıyla İtalyanlar gibi bağıra bağıra konuşarak, dans ederek, oyun oynayarak, öpüşerek ve koklaşarak gönlümüzce geziyoruz. Bol bol fotoğraf çekip yorulduktan sonra kahve ve meyve suyumuzu içmek ve biraz da dinlenip enerji depolamak üzere bir bara giriyoruz. Ancak bu sefer bir değişiklik yapıyor, kahve yerine bir kadeh Rosso di Montalcino söylüyorum kendime. Mis gibi hava, pırıl pırıl bir güneş ve Campo di Fiori…
Saatin epeyce ilerlemiş olmasından dolayı evimize dönmek üzere yol alıyoruz. Bol yeşillikli, güzel sokağımıza geldiğimizde de her şeyin fotoğrafını çekiyoruz. Marketimiz, gazete bayimiz, kırtasiyemiz, barlarımız ve evimizin tam önündeki çeşmemiz… Biz bugün Roma’yı doya doya yaşıyoruz…
Sen ne güzel bir şehirsin Roma..! Bitmeyen yağmurlarınla, her daim kapalı dükkan ve mağazalarınla, tembel hizmet veren barların ve restoranlarınla… Ne güzel bir şehirsin Roma…. Hep böyle tranquillo kal, sen böyle güzelsin. Dolce Vita için yaratılmış, Dolce Vita’yı hem kendi yaşayıp hem de içindekilere yaşatan Belissima Roma…
Roma’da, zamanla yarışmadan, geçmişe takılıp kalıp geleceği planlamadan, ayıplamadan, ayıplanmaktan korkmadan, kimseye takılıp kalmadan, bugün sedece bunu yapacağız diye kendimi sıkıştırmadan, kafama estiğinde saate bakmadan, kimseye bulaşmadan, kimseyi umursamadan YAŞAMAYI öğrendim… Kısacası anı an olarak yaşamanın, güzelliklerle, sevinçlerle, sevgiyle ve hüzünlerle de olsa HAYATIN ANLAMININ yaşamak olduğunu öğrendim…