Anneciğim, Pamukkale’ ye gezi düzenlemişler ben gideceğim, sen de gelir misin diye sordu. Pamukkale? Aaa evet gelirim elbette, şu travertenleri öyle çok görmek istiyorum ki, kaçırır mıyım hiç dedim. Haftasonu olacağı içinde işle ilgili sıkıntım da olmayacaktı. Bir güzel koşa koşa gidip valizimi hazırlamaya başladım. 🙂
Bütün bir gece süren yolculuktan sonra sabah Denizli’ ye vardık. Odamıza girip eşyalarımızı bırakıp, biraz dinlendikten sonra gezimize ilk olarak Buldan’ dan başladık. Dokumacılık konusunda Türkiye’nin meşhur ilçelerinden biri olan Buldan’ın kendine has olan bezi de dünyaca ünlü bir dokuma türüymüş. Buldan’ın çarşısında yürüdüğünüzde, sağlı sollu tüm dükkanların tekstil üzerine olduğunu görüyorsunuz. Bunun yanı sıra dokuma tezgahlarında ki çalışma sesleri de kulağınıza gelmeye başlıyor burada. Bende büyük bir merakla hemen bir tanesine girdim. En ilgimi çeken ipek böceği kozalarının nasıl işlendiğiydi. Biraz üzüldüm evet ama yine de muazzam bir işçilik. Oradaki yetkili kişi de sağolsun bir bir göstererek anlattı nasıl yapıldığını ve gerçekten büyük emekler veriliyor ve neden bazı ufacıkparçaların bile bu kadar pahalı olduğunu anladım. Koca koca halı dokuma tezgahları ve onları büyük bir keyifle yapan tayzelerde çok güler yüzlü ve güzellerdi.
Buldan’ da Yayla (Süleymanlı) Gölü de ilçenin önemli doğal güzellikleri arasında. İlçe sınırları içinde Yenicekent Kasabası’nda ki Tripolis Antik Kenti ise tarihi kültürlerinden biri.
Yenice kaplıcaları, Gamera kaplıcası ve Kestane deresi de bu küçük şirin ilçenin diğer görülesi yerlerinden.
Bu küçük ilçeyi bir çırpıda gezip, buldan bezinden yapılmış bir kaç bir şey alıp, birer kahve molamızı verdikten sonra buranın en önemli tarihi yerlerinde biri olan Hierapolis Antik kent ve Pamukkale travertenlerini görmek üzere yola çıktık. Ancak, buraya girmeden önce Denizli’ye 30, Pamukkale’ye ise 45 kilometre mesafede bulunan Kaklık Mağarası’ na gittik.
Büyük Menderes nehrinin önemli bir kolu olan Çürüksu çayının, Kaklık kasabasının kuzey ve batısında oluşturduğu geniş alüvüyon ovanın kuzeyinde yer almakta. Mağaranın yakınında, sazlıklar arasında yer altından kaynayarak çıkan, serbest veya kanallar içinde akan sular, yöre halkınca “Kokarhamam Pınarı” olarak anılıyor. Faylar boyunca ilerleyen, yüzlerce metre derinlikten yüzeye çıkan kükürtlü ve yoğun karbonatlı bu jeotermal sular, antik Hierapolis’in kurulduğu zamanlardan beri cilt hastalıklarının tedavisinde ve tarla sulamasında kullanılıyormuş.
Ayrıca mağaranın yakınında ziyaretçilerin istifadesine sunulmak üzere yapılan yüzme havuzu, küçük amfi tiyatro, seyir alanları, kafelerde bir kahve molası verip dinlenebiliyorsunuz.
Kaklık Mağarasının doğrudan gün alan ve sürekli damlayan veya akan duvarlarında, sık bir yosun ve küçük yapraklı sarmaşık türü bitkiler gelişmiştir. Aydınlanmaya bağlı olarak gün içinde yeşilin değişik tonlarını alan bu bitkiler, mağaraya ayrı bir güzellik katmış. Burada oluşan doğal füzyonlara bayıldım. Kendimi o televizyonlarda izlediğimiz filmlerin içinde gibi hissettim.
Denizli, belki de sadece harita da yerini ve bir kaç genel özelliklerini bildiğim bir şehirdi benim için. Ancak gezilecek, görükecek, öğrenilecek yeterli bir tariha sahip bir şehir bence. Evet Pamukkale’ yi ve travertenleri biliyordum ama Buldan,Buldan bezi, kaplıcaları ve tarih yapıtları ile de gezilip görülesi bir şehiri de görmüş olmak çok keyifli.
Şimdi sıra geldi o resimlerde gördüğüm antik kent ve travertenleri görmeye…
A.Tamakan